9 Ekim 2011 Pazar

leaving London

While I am waiting for my flight
This is the picture in my mind
Sitting in my favourite pub, with people of all kind
Thinking about London, and how handsome he is in his dark blue suit, as an arrogant knight
Listening to London, to hear the melodies coming from random musicians, playing under a street light
Teasing London, when the ‘cream or jam on top’ issue becomes a funny little fight
Blessing London for all the brilliant colours I experienced in ROH; without them I’d have continued living blind
Breathing London , while walking near Thames under a light rain without an umbrella in the middle of the night
Smiling at London, remembering all the things that I’ve done, wrong or right
Thanking London for blurring the stupid line that I had before between black and white
Blinking at London for the memory of the pretty little secrets we buried to twilight
In the end, leaving London. No, I was brave- it was just a little that I cried

Love you London. We will meet someday again; for both of us –I know- the new chapter is bright.

@ Stansted Airport, London. 1.23pm. October 5, 2011.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

model

Yine  yeniden bir şarkıya kafayı takmamla beraber soluğu blogumda alıyorum, merhaba merhaba..

Teze henüz doğru düzgün başlayamadım. Aslında düşündüm de müzik bende yazı yazmayı tetiklediğine göre (artık buna eminim), belki tez için gerekli olan o mucizevi, üst üste ama üst üste dinlemekten bıkmayacağım, bir yandan içimi Türkiye'nin sağlık politikası hakkında yazma heyecanıyla dolduracak olan şarkıyı bulmak. Misal, İsmail K'dan 'Allah cezanı versin!' (miydi böyle bişeydi) falan olabilir mi? Şaka. Seviyorum aslında tez konumu. Kulağa geldiği kadar sıkıcı değil, hatta ilginç bile. Hakkaten bak. Şimdi şöyle ki Türkiye 2003 ile beraber yeni bir reform paketi... Yine şaka. Tabii ki bunu yazmaya hiç niyetim yok. Sen sıkılıcaksın diye değil okuyucu hemen kendini bi' şey sanma, bununla ilgili yazacak olsam zaten oturur tezi yazardım diye (şu an aslında tastamam onu yapıyor olmam lazım ya neyse, geçelim).

Dinlediğim şarkı Model'den Değmesin Ellerimiz. Ben bilmezdim bu grubu, hatta radyoda ilk duyduğumda Özlem Tekin olduğuna emin bir şekilde, "aa ne zaman yeni albümü çıktı" gibi bir tepki vermiştim. Meğer Model diye bir grupcağızmış şarkıyı söyleyen. Diğer şarkılarına da göz attım ama onları çok tutmadım, aklımda kalmadı. Ama gel gör ki bu şarkıya taktım bu aralar, içimizdeki yaş almayan ergene selam olsun (:  Öyle 'vauv!' bir şarkı değil. Yine de vokaldeki kızın sesinin duruluğundan mı, şarkıyı bir nebze konuşurcasına sade bir şekilde söylemesinden mi, ara ara duyulan akustik gitarından mı dersin artık, yakalamış bulundu beni. Sevmeyi de terk etmeyi de beceremedik diyor, orda bir takılıyorsun zaten, 'harbiden ya..' diyorsun.

İnsan neden (ya da ne zamanlarda) terk etmeyi de sevmeyi de beceremez acaba? Gerçi ikisini de yapmayı becerememek ayrı bir beceri, bunu da geçelim. Ama niye yani, ya seviyorsundur, yanında olmasını istiyorsundur, ya da istemiyosundur? Bitti. Ya da bitmedi mi?

Ne istediğini bilmek bu kadar zor mu?

Bal gibi biliyorsun ne istediğini içten içe sevgili okuyucu, numara yapma! Ama bilmek yetmiyor, kalbimizdekini konuşmayı giderek daha az becerebiliyoruz sanırım, bizim nesil. Belki de hayatımızı kendimizle doldurmaktan, kalbimize başkaca insanlar ve duygular kabul etmeye fırsat bulamadığımız içindir.

Oysa ben büyüdükçe tersi olacak sanırdım. Biz büyüdükçe kalbimiz de büyüyecek gibi hani.

Neyse. "Küçüğüm daha çok, küçüğüm o yüzden bütün saçmalamam"  belki de.

Sonuç olarak, seviyosan aç konuş bence (:

ps. Yazıyı 2011'de taslak olarak yazıp kaydetmişim. 2018'de bir blogum olduğunu hatırlayınca göz atarken  bu yazımı yarım bıraktığımı görünce tamamlayıp yayınladım. Yani 2011 başlıyor (o kısıma dokunmadım), ancak "zor mu?" kısmından sonrası 2018'den kopup geliyor (: Bunu da not düşmüş olayım kendime.

11 Mart 2011 Cuma

Armut-2 // Dans

Bu seferki şarkı, benim için Londra'nın özellikle ilk dönemi ile özdeşleşmiş bir şarkı.
Klibin siyahlığı, beyazlığı, griliği de burayı anımsatıyor bana, her ne kadar ordaki mekan Fransa olsa da.

Bu şarkıyı dinleyip de sevmeyen var mıdır, varsa bana da anlatır mı nasıl sevilmez? (:

Keyifli okumalar.
---------------------------------------


 




En kötüsü kendine kızmak.
Vazgeçemediğine bir türlü
Belki bir dondurmayı yemekten
Belki bir şarkıyı dinlemekten
Belki birini sevmekten
Veya bir türlü kimseyi sevememekten.




En kötüsü kendinle kavgalı olmak
Çünkü bu işin barışması da kavgası gibi
Niye, ne zaman kavga etmeye başladığını anlamadığın gibi
Geçip gidiyor işte fark edemeden, ne ara bitirdiğini.
Yaşanıyor bir şeyler ama..
Dönüp bakınca gördüğün geriye
Başı sonu belirsiz,
Karman çorman bir zaman dilimi.

En kötüsü kendini affedememek
Kendine aynı sözü defalarca verip tutamamaktan ötürü.
Aynı hatayı üst üste, üst üste yaparak kendine ceza vermek.
İnsan niye kendine ceza verir, anlayamadan bir türlü.

En kötüsü sadece siyahlara ve beyazlara koymak kendini.
Ya siyahlarda, ya beyazlarda yaşamak hayatı
Ya heplerde, ya hiçlerde olmak
Sanki ortası yokmuş gibi.
Her duygu içinde hissettiğin,
Kelebeğin bir günlük ömrü gibi.

En güzeli de ne biliyor musun?
Don Kişot olup yel değirmenlerine savaş açabilmek bazen.
Bazen bildiğin halde bilmiyormuş gibi yapmak.
En güzeli, affetmek kendini.
En güzeli, dans etmek ve her şeyi unutmak.
Başta mısın sonda mısın,
Siyahta mısın beyazda mısın,
Geçmişmiş  gelecekmiş umrunda olmadan.
Dans ederken, sadece o anda olmak.
Kendine rağmen şansını denemek en güzeli;
Kendini de alıp,
Hep dans edercesine yaşamak.

4 Mart 2011 Cuma

Elma-4 // Ben bir kombocuyum


Hasta olmaktan nefret ediyorum.

Sadece fiziksel etkilerini geçtim, psikolojim üzerinde, hatta hayatımın işleyişi üzerinde dramatik etkileri oluyor. Ne zamandan beri? 16 yaşımdan beri, üniversiteye başladığımdan beri yani. Yani tek yaşamaya başladığımdan beri diyeyim –asıl vurgu orda çünkü. Annem babam yanımdayken hasta olmak eğlenceliydi bile, ne iroik şimdi 180 derece farklı hissetmem. Bi' kere ders çalışmamak, hatta okula gitmemek meşru bi zemine oturmuştur önümüzdeki bikaç gün için, ohhh kebap. Babam bana kendi koltuğunu verir mutlaka, yastık battaniye uzanırım televizyonun karşısında, kumanda tabii ki bende, belirtmem bile gereksiz. On dakika aralıklarla sorulan 'Güzel kızım nasıl olmuş?' tadında sorulara burun kıvırıp 'Görüyosun, kötüyüm, öhü öhü, işte' diyip battaniyeye daha bi sıkıca sarılmalar. Salonun kapsından annemin ballı sütle görünmesi o an, hemen arkadasından da illa ki kocaman bir meyve tabağı. Tabii ki yemek üç değil beş öğün takır takır hazır, en sıcağından tavuk çorbası hemen önümde.Bi de nazlanırdım, “ay iştahım yok, canım istemiyor” lar filan. Bak bak, şımarığa bak.   

Bunların hepsi ‘taken for granted’ derler ya, ondan işte o zamanlar. Hani zaaaaten olmak zorunda, hayatın işleyişi bu: sen hasta olunca hayat DURUR, etrafındaki insanlar seninle ilgilenmek ZORUNDADIR, ve senin iyileşmen onların hayattaki en büyük derdi haline GELMELİDİR, başka türlüsü mümkün değildir çünkü. Hı hı evet, gördük başka türlüsünü işte koşa koşa geldiğimiz üniversitenin ilk yılında. Sabancı ranzasının tepesinde aksıra tıksıra geçen, odadakiler derslere dağıldıktan sonra kendinle baş başa geçirdiğin, kan ter içinde uyandığın ve üzerini değiştirmek için yanına tişört almayı akıl edemediğin için de terli terli yataktan çıkamadığın, acıktığında soğuk havada yemekhaneye gitmeyi göze alamadığın için sandviç, sandviç ve sandviç yediğin kabus gibi bir hafta. ‘Nasılsın?’ diye soranlara gözlerini kocaman açarak, en burnun tıklalı sesinle ‘Hasta oldum, sorma çok fena.’ diye cevap verirsin ilk başlarda, hani tek beklentin şefkat o noktada, yemek filan geçtim zaten. Ama ‘Hadi ya, geçmiş olsun canım ben de yeni iyileştim, dikkat et kendine, işin sırrı bol bol meyve biliyosun bıdı bıdı’ şeklinde aldığın cevapla kendinin hiç bi şekilde özel bi durum teşkil etmediğini farkına varmanla, zamanla insanlara hasta olduğunu söylemekten de vazgeçer oluyorsun. Tek başına okul polikliğine gitmeyi, yatarken yanına ekstra birkaç tişört almayı ve hazır çorbayı sevmeyi öğreniyorsun. Sana arada  taze sıkılmış portakal suyu getiren oda arkadaşının o an sahip olduğun en büyük şefkat olduğunu ve buna minnet etmesini öğreniyorun.  Büyümek ilk bu noktada başladı sanırım benim için. İşte 16 yaşımdan beri, hasta olmaktan nefret ederim ben. Kimse sevmez, biliyorum. Hatta hayatta nice dertler, hastalıklar var, tabii ki biliyorum. Ama yine de hasta olmaktan nefret ediyorum.

Şimdi yine hastayım. Bir hafta oluyor, geçecek artık umarım. İlk dönem burada ilk hasta olduğumda, gözüm dönmüş ve üçüncü günde Türkiye’ye bilet almıştım bir buçuk ay sonrasına (evet, sanırım yeterince büyüyemedim henüz). Bu sefer ikinci hasta oluşum (ki bence Londra şartlarında dönem başına bi kere hasta olmak hiç de fena değil) ve henüz bilet falan da almadım. Hatta inadına üç gün üst üste gece dışarı çıktım. Diğer sefer kendimi odaya kilitlemiştim, iki hafta sonrasında hala hastaydım (psikolojik bir şeydi heralde bilmiyorum). Bu iki tecrübenin sonucu öğrendiklerimden biri şu, o soğuğu bi yedikten sonra ilaçla bi haftada, ilaçsız yedi günde iyileşiyorsun. Boşuna çırpınmak. Ondan yapacağından geri kalmamak lazım.

Lazım da... Bu eski zamanların ‘ders çalışmamayı meşrulaştırma aracı’, bu sefer ‘spor yapmamayı meşrulaştırma aracı’ oldu benim için. Ve haftada beş gün spora giden bir insan bir hafta hiç spora gitmeyince, bir gitmeyesi geliyor devamında da, bir gitmeyesi geliyor… Of bu koca yazıyı sırf içimi yiyen bu sıkıntıyı kusmak için yazdım, evet: bir haftadır spora gitmiyorum ve acı çekiyorum! Ama yine de gitmedim mesela bugün. Aferim bana. Bi de ben (Hande’nin deyimiyle) kombocuyum. Yani spora gitmiyosam, ‘yediğine içtiğine dikkat etmek niye ki çok saçma, gelsin muffinler gitsin kruvasanlar’ moduna girip bu süreci çifte kavrulmuş fıstık şeklinde yaşıyorum. Bi de, şimdi spor salonuna gitsem sanki orda her gün gördüğüm insanların bana ‘bi haftadır yok,  ama belli hale bak haha’ diyen bakışlar fırlatacaklarını hayal ediyorum falan. Gidesim yok ya hani, bünye topyekün bunun için bahane üretmeye kurulu. 

Artık şimdi kendimi deşifre de ettiğime göreeee, bu kadar lafın sözün üstüneeee yarın da gitmezsem yuh bana! Ama eğer bu yöntem işe yararsa, diğer yazım nasıl ders çalışamadığımla ilgili olacak. Bi' ümit o da işe yararsa ARTIK bi çalışmaya başlarım belki.

Neyse ben artık makale okuyormuş gibi yapmaya geri dönüyorum, bu kadar procrastination yeter. Öperim seni sıkıntımı paylaşan okuyucu!

3 Mart 2011 Perşembe

Armut-1 // Yaz

TNK'yi ilk çıktıkları zamandan beri seviyorum. Bir haftardır da son albümlerini bıkmadan usanmadan üst üste dinliyorum. Bu yazı parçası da dün sabaha karşı onlarca kez üst üste aynı şarkıyı dinlememin (ve ders çalışmak yerine her şeyi yapmaya gönüllü olan bünyemin) bi ürünüdür, teşekkürü borç bilirim (:

Arka fon için öneri:http://www.youtube.com/watch?v=u9JELJRHJcI&feature=fvw
veya  http://fizy.com/#s/1ujnam . (ikisi de aynı)

bir sonraki armut'ta görüşmek üzre, s.
------



“Yine yazı bekleriz.”
Bekler miyiz?
Bekler miyim?
Kesin beklerim ben.
Severim ben beklemeleri.
Niye bilmiyorum.
İhtimalleri sevmek gibi heralde.
Hayal kurmayı sevmek değil midir zaten ihtimalleri sevmek?
Olmasını istediğin ihtimalleri düşlemek,
Değil midir ki sürekli bir şeyleri beklemek?




Kimi zaman kaçıp gitmeyi,
Kimi zaman kalıp yaşamayı,
Kimi zaman tabuları yıkmayı özlerim içimde.
Hepsi yerine göre ayrı birer cesaret.
Ben heralde şu hayatta en çok cesur insanlara özenirim.

Gittiğim zaman, dönmeyi özlerim.
Kimim, neyim, nerdeyim,
Severim cevaplarımın hep değişmesini.
Ama cevabımın tek olacağı günü beklerim.
İçimde hep çok çok, birçok ben var,
Ondan olsagerek.
Zira tek insan, tek vücut, tek cevap-
Teklere indirgemek hayatı güzel midir? Göreceğiz,
Şüpheliyim.

Beklemek güzel midir peki?
Baharı baharda, kışı kışta, güneşi güneşte yaşamak değil mi asıl güzel olan?
Ama elimde değil sanırım
Ben yine yazı beklerim.
Yanlış anlaşılmasın ama.
Yazı değil,
Ben yazı beklemeyi severim.

7 Şubat 2011 Pazartesi

Elma-3 // Londra değil, bu sefer ben!

Şu an hakkaten ders çalışmam gerekiyor. 

Hatta dün anladığım kadarıyla bugün itibariyle Haziran’a kadar sürekli ders çalışmam gerekiyor, kendime bir hafta izin verebilirim bu dört ay zarfında ama o kadar. Her zamanki gibi kendime her hafta ne yapacağımı söylediğim bir 4-aylık-ideal-program çıkardım. Bu tip programlardan kendine çıkarmayan var mıdır acaba? Çıkarıp da uyan var mıdır acaba? Uymadığını görüp program yaratmaktan vazgeçen var mıdır acaba?.. Ben hiçbiri değilim. İnatla, ısrarla, ümitle program çıkarıyorum ve bundan garip bi haz alıyorum. Bu hayal etmekten vazgeçmemek midir acaba, ya da teoride ideal olanı kafada kurup “olsa ne müthiş olurdu ama!” diye düşünerek optimist davranmak mıdır hayata karşı? Teorileri pek sevmem oysa ki. ‘International Relations 201'de gördüklerim hariç. Realizm... İlk andan kalbimi çalmıştı itiraf etmeliyim ki. Hayatın acımasız olduğu gerçeğini Hobbes’tan ‘insan insanın kurdudur’ cümlesiyle duymak niye bu kadar hoşuma gitmişti acaba? O dersi aldığımdan itibaren, ne okuduğumu soranlara, programımın orijinal ismindeki (-Social and Political Sciences, -ne ne?) karışıklığın sağladığı kaostan da yararlanarak,  kısaca ‘Ay-ar’ (IR) demeye başlamıştım, son derece havalı. Şu an ise teorileri sevmiyorum. (‘Peki neyi seviyorsun?’ bu noktada sorulması gereken soru. Ama sorma sevgili okuyucu, sorma ağlarım.) Teori işleri kolaylarştırıyor evet, lakin gıcığıma giden kısım da bu. Yok efendim bazı değişkenleri yok sayıp, bazılarını sabit varsayıp, bazılarını da, hadi madem, ideal koşullarda varsaydıktan sonra birbirinden karışık nedenler-sonuçlar, ve hatta nedeni belirsiz olan sonuçlar, düğümünü zırt diye basite indirgemek bana hiç de ‘realist’ gelmiyor. Ama iyi ki de varlar, yoksa sınavlar çok zor olurdu kanımca. Zaten zorlar. Yani zor olacaklar büyük ihtimal, henüz sınava girmedim burada. Of, çalışmak lazım!
 
Bugünün programında bu yazı yoktu mesela. Özal’ın Türkiye ekonomisi üzerine etkileri hakkında yazdığım makaleyi bitirecektim. Anahatlarını çıkardım aslında (outline’ın Türkçesi neydi diye bi' beş dakika düşündüm bu arada, sonra da ‘anahat’ demeye karar verdim. Bu kötü bir işaret mi sence?), başlamak bitirmenin yarısıysa ‘yarısı gitti bileee oh’ diye olumlu yaklaşabilirim duruma, zira geriye kalan yarı beni biraz daha bekleyecek, bu yazıdan sonra da spora gitme planlarım var. İşte her şey böyle yarım kalıyor ya, çok kızıyorum bazen. O kadar küçük bi zaman dilimine, o kadar çok şey sığdırmaya çalışıyorum ki bu aralar. Sonuç tatminsizlik- ki bu bendenizin hiç alışık olduğu bir duygu değildi bu son zamanlara kadar. Of ne büyük cümle kurdum be! "Hayat boyu tatminsizlik yaşamadım!" Hehe, yok artık ((: Yani yaşadım da, hiçbir şeyi bu kadar yarım bırakmaya alışkın değilim desem daha doğru olacak. Londra’yı yarım geziyorum, Avrupa’ya yarım gidiyorum, makaleleri yarım okuyorum, geceleri yarım dışarı çıkıyorum, yarım sosyalleşiyorum, yarım asosyalleşiyorum, yarım çalışıyorum, teze yarım bakıyorum, yarım yarım yarım. He sonunda hepsinden yapıyor muyum az az da olsa? Evet.. Ama bu güzel bir şey mi? Tartışılır. Yorucu mu? Tartışılmaz, evet yorucu çünkü. Peki patlar mı bu düzen gün gelir? Bence patlar, ama umarım patlamaz. Patlatmayı göze alabileceğim her hangi bir alan yok çünkü. Pf.. Bütün bu yarım bırakma hikayesi Sabancı’da makaleler ağırlaşmaya başlayınca, derslerden bağımsız okuduğum kitapları yarım bırakmamla başladı bence.. O zaman da çok ağırıma gitmişti. Ama şimdi normal geliyor kitapları yarım okumak, içinden chapter seçmek falan. Belki eski alışkanlığımı geri kazanırsam, diğer işler de yoluna girer. Sanki girer ya, öyle geldi birden. Olumlama yapalım, totem yapalım, evrendeki tüm pozitif enerjiyi yollayalım filan felan cart curt :p

Hazır zıbıtmışken yazımın sonlarına doğruuu.. Efendim, Sevgililer Günü de geliyor. Yaşasın di mi? Burdaki restoranlar tee Christmas’tan beri (gerçekten!) ‘Valentine’s Day offer!’ şeklinde afişler asarak beni benden alıyorlar. Ama en çok hoşuma giden kısıııım, bu seneeee 14 Şubat’ıııın Pazartesi’ye denk geliyor olmasııı. Nihaha! Çıkın bakalım Pazartesi günü, ama dikkat geç saatlere kalmayın ertesi gün okul/iş erken başlıyor çünkü değil mi değil mi? Benimki de laf işte, iki gönül bir olunca 14 Şubat da Sevgilier Günü, 13 Şubat da, bilmem kaç Şubat da. İstediğiniz gibi kutlayın, kutlu olsun! (: Neyse dee. Ne demiştim yazının başında oraya dönelim: şu an hakkaten ders çalışmam gerekiyor!

Çauv!