
Hasta olmaktan nefret ediyorum.
Sadece fiziksel etkilerini geçtim, psikolojim üzerinde, hatta hayatımın işleyişi üzerinde dramatik etkileri oluyor. Ne zamandan beri? 16 yaşımdan beri, üniversiteye başladığımdan beri yani. Yani tek yaşamaya başladığımdan beri diyeyim –asıl vurgu orda çünkü. Annem babam yanımdayken hasta olmak eğlenceliydi bile, ne iroik şimdi 180 derece farklı hissetmem. Bi' kere ders çalışmamak, hatta okula gitmemek meşru bi zemine oturmuştur önümüzdeki bikaç gün için, ohhh kebap. Babam bana kendi koltuğunu verir mutlaka, yastık battaniye uzanırım televizyonun karşısında, kumanda tabii ki bende, belirtmem bile gereksiz. On dakika aralıklarla sorulan 'Güzel kızım nasıl olmuş?' tadında sorulara burun kıvırıp 'Görüyosun, kötüyüm, öhü öhü, işte' diyip battaniyeye daha bi sıkıca sarılmalar. Salonun kapsından annemin ballı sütle görünmesi o an, hemen arkadasından da illa ki kocaman bir meyve tabağı. Tabii ki yemek üç değil beş öğün takır takır hazır, en sıcağından tavuk çorbası hemen önümde.Bi de nazlanırdım, “ay iştahım yok, canım istemiyor” lar filan. Bak bak, şımarığa bak.
Bunların hepsi ‘taken for granted’ derler ya, ondan işte o zamanlar. Hani zaaaaten olmak zorunda, hayatın işleyişi bu: sen hasta olunca hayat DURUR, etrafındaki insanlar seninle ilgilenmek ZORUNDADIR, ve senin iyileşmen onların hayattaki en büyük derdi haline GELMELİDİR, başka türlüsü mümkün değildir çünkü. Hı hı evet, gördük başka türlüsünü işte koşa koşa geldiğimiz üniversitenin ilk yılında. Sabancı ranzasının tepesinde aksıra tıksıra geçen, odadakiler derslere dağıldıktan sonra kendinle baş başa geçirdiğin, kan ter içinde uyandığın ve üzerini değiştirmek için yanına tişört almayı akıl edemediğin için de terli terli yataktan çıkamadığın, acıktığında soğuk havada yemekhaneye gitmeyi göze alamadığın için sandviç, sandviç ve sandviç yediğin kabus gibi bir hafta. ‘Nasılsın?’ diye soranlara gözlerini kocaman açarak, en burnun tıklalı sesinle ‘Hasta oldum, sorma çok fena.’ diye cevap verirsin ilk başlarda, hani tek beklentin şefkat o noktada, yemek filan geçtim zaten. Ama ‘Hadi ya, geçmiş olsun canım ben de yeni iyileştim, dikkat et kendine, işin sırrı bol bol meyve biliyosun bıdı bıdı’ şeklinde aldığın cevapla kendinin hiç bi şekilde özel bi durum teşkil etmediğini farkına varmanla, zamanla insanlara hasta olduğunu söylemekten de vazgeçer oluyorsun. Tek başına okul polikliğine gitmeyi, yatarken yanına ekstra birkaç tişört almayı ve hazır çorbayı sevmeyi öğreniyorsun. Sana arada taze sıkılmış portakal suyu getiren oda arkadaşının o an sahip olduğun en büyük şefkat olduğunu ve buna minnet etmesini öğreniyorun. Büyümek ilk bu noktada başladı sanırım benim için. İşte 16 yaşımdan beri, hasta olmaktan nefret ederim ben. Kimse sevmez, biliyorum. Hatta hayatta nice dertler, hastalıklar var, tabii ki biliyorum. Ama yine de hasta olmaktan nefret ediyorum.
Şimdi yine hastayım. Bir hafta oluyor, geçecek artık umarım. İlk dönem burada ilk hasta olduğumda, gözüm dönmüş ve üçüncü günde Türkiye’ye bilet almıştım bir buçuk ay sonrasına (evet, sanırım yeterince büyüyemedim henüz). Bu sefer ikinci hasta oluşum (ki bence Londra şartlarında dönem başına bi kere hasta olmak hiç de fena değil) ve henüz bilet falan da almadım. Hatta inadına üç gün üst üste gece dışarı çıktım. Diğer sefer kendimi odaya kilitlemiştim, iki hafta sonrasında hala hastaydım (psikolojik bir şeydi heralde bilmiyorum). Bu iki tecrübenin sonucu öğrendiklerimden biri şu, o soğuğu bi yedikten sonra ilaçla bi haftada, ilaçsız yedi günde iyileşiyorsun. Boşuna çırpınmak. Ondan yapacağından geri kalmamak lazım.
Lazım da... Bu eski zamanların ‘ders çalışmamayı meşrulaştırma aracı’, bu sefer ‘spor yapmamayı meşrulaştırma aracı’ oldu benim için. Ve haftada beş gün spora giden bir insan bir hafta hiç spora gitmeyince, bir gitmeyesi geliyor devamında da, bir gitmeyesi geliyor… Of bu koca yazıyı sırf içimi yiyen bu sıkıntıyı kusmak için yazdım, evet: bir haftadır spora gitmiyorum ve acı çekiyorum! Ama yine de gitmedim mesela bugün. Aferim bana. Bi de ben (Hande’nin deyimiyle) kombocuyum. Yani spora gitmiyosam, ‘yediğine içtiğine dikkat etmek niye ki çok saçma, gelsin muffinler gitsin kruvasanlar’ moduna girip bu süreci çifte kavrulmuş fıstık şeklinde yaşıyorum. Bi de, şimdi spor salonuna gitsem sanki orda her gün gördüğüm insanların bana ‘bi haftadır yok, ama belli hale bak haha’ diyen bakışlar fırlatacaklarını hayal ediyorum falan. Gidesim yok ya hani, bünye topyekün bunun için bahane üretmeye kurulu.
Artık şimdi kendimi deşifre de ettiğime göreeee, bu kadar lafın sözün üstüneeee yarın da gitmezsem yuh bana! Ama eğer bu yöntem işe yararsa, diğer yazım nasıl ders çalışamadığımla ilgili olacak. Bi' ümit o da işe yararsa ARTIK bi çalışmaya başlarım belki.
Neyse ben artık makale okuyormuş gibi yapmaya geri dönüyorum, bu kadar procrastination yeter. Öperim seni sıkıntımı paylaşan okuyucu!
İlaçlı bir haftada, ilaçsız 7 günde nasıl oluyor? Sonuçta 7 gün bir hafta ediyor. :) Bunun dışında yazıya arka plan şarkısı koymamışsın :( Yine de sürükleyici bir yazıydı. Aslında benim de bunları okuyor ve yazıyor olmak yerine ders çalışıyor olmam gerekiyor.
YanıtlaSil