yazarın notu: Sevgili okuyucu, yazıyı okumaya başlamadan önce Yann Tiersen'den- Comptine d'une autre été (L'après-midi)'i playlisine koy ve tekrar moduna al. Şayet şarkı sende mevcut değilse, en kısa zamanda yükle-geçici olarak fizy.com kullanılabilir. Sonra bana teşekkür edeceksin playlistine olan bu değerli katkımdan dolayı. Keyifli okumalar (:
-----------------
Sanırım evi özledim.. Sanırım değil harbiden özledim.
Perşembe sabahın ikisinde başlayan bir yolculuk. Ağlamamaya çalışan ben, inatla gülümsemeye çalışıp bana güç vermeye çalışan dünyalar bitanesi birer anne ve baba. Bir iki damla göz yaşı ile atlatıyorum onların sayesinde içimde kopan fırtınaları bastırmak suretiyle. Ertesi gün beni bekleyen sahne, sabah 10.45 civarı Londra’ya uykusuz ama tek parça varmanın mutluluğunu yaşamak ve akabinde 40 kiloya yaklaşan bir yük ile baş başa kalmak. Bir ara ‘Yok taşıyamıyorum hakkaten buraya kadarmış, hadi bakalım’ dedim; dedim demesine de, demekle olmuyor tabii.’ Alo baba gel beni al’ yok bu sefer. Sıkıyosa taşıma. Uzun uzun merdivenler indirip çıkardım o eşek yükünü, en son üç basamakta bir İngiliz beyefendisi (!) yardım edecek oldu ki, sonrasında lafı da yapıştırdı ‘Woah, what do you have in there?’ Woah ya, ne sandın –senin üç basamak taşıyamadığını üç kat çıkardım ben erkek müsveddesi sen de! Türkiye’de olsa odama kadar bile bırakırlardı izin versem diye aklımdan geçmedi değil. Yani ona da gerek kalmazdı zaten, en kötü atlardım hava alanından Havaş'a, ondan da güzelim sarı taksime, hop yurdun ordayım. Buranın o meymenetsiz siyah taksisi gibi mi bizim sarılar, daha bi' candan, az biraz da ucuz tabii. Meymenetsiz dedimse de, pek güzeller buranın siyah taksileri yahu. Ayrı bir hava, ayrı bir asalet –öyle ki insan binmeden bi' beş kere falan düşünüyor. Bi kere bindimdi, bir kere daha binicem kesin –yapılacaklar listemde duruyor. Ama asıl ulaşım araşım ‘mind the gap’ sloganına da hasta olduğum metro sistemi. Şiir gibi yer altı sistemi yapmış adamlar; ilk 2009’un soğuk bir Ocak gününde edinmiştim cep haritasını, o gün bu gün cüzdanımda (işe de yaradı hani hiç aklımda olmamasına rağmen döndüm dolaştım yine Londra’dayım). Özlemle bakardım Türkiye’deyken. İnsanoğlu garip bir yaratık –ne yanında değilse onu istiyor işte. Al sana Londra, hadi bakalım.
Onegin’den çıktık. Biraz yorgunluk var, biletlerin üzerindeki ‘standing’ yazısının ne manaya geldiğini birebir tecrübe ettiğmizden olsa gerek. Olsun, yorgunum ama mutluyum – malum, ilk bale gösterime gittim –ki bu da Londra’da yaşama fikrinin getirdiği gazla kendime verdiğim 86345 tane sözden ilkini tuttum demek oluyor, daha ne olsun. Yine yağmur yağıyor. Kendimizi bir pub’a atıyoruz, Nisan’ın gösteri çıkışı aldığı kitapçığı kurcalamak ve geceyi sonlandırmak üzere. Pencerenin yanındayım. Pencereden dışarı bakıyorum. Yerler ıslak, sokaklar kalabalık, insanlar şemsiyeleriyle mutlu, kendini o ıslaklıktan, kuru ve sıcağa atan pub insanları mutlu. Camdan dışarı bakarken, cam küre ve eşlikçisi hoş beyefendi aklıma geliyor, gülümsüyorum. Yağmur hiç bitmiyor –ama fark ediyorum da, yağmur bu şehre ne kadar yakışıyor. İçimde güzel bir gün geçirmiş olmanın verdiği huzur, ben de mutlu. Londra denen bu şehre ilk bu an içim ısınıveriyor.. Bir şehri sevdiren kaşı gözü değil arkadaşım işte. Beğenebilrisin orayı sokakları güzel diye, hayran da kalabilirsin içindeki tarihe veya düzene. Ama sevemezsin. Sevmen için insan gerekir. Bir şehri sevdiren içindeki insanlardır benim için –seni seven, seni özleyen, seni düşünen insanlar. ‘Alo baba, beni hava alanından alır mısın?’ dediğinde koşa koşa gelecek insanlar. Ya da bi bilgisayar ekranının düşük çözünürlüğünde görüp, seslerini duyduğunda içini bi fena yapıp, gözlerini dolduran insanlar. O zaman sen de özlersin işte. Beğenmesen de, hastası olmasan da özlersin o insanlara yuva olan şehri de. Ankara’ya bayılmıyorum; ama seviyorum, çok seviyorum –çünkü içindekileri çok seviyorum, delicesine özlüyorum. İstanbul zaten malum; hem efsane şehir, hem de güzel insanlarla, özlediğim anılarla dolu. Londra’ya gelince... Ulaşılmazlığın verdiği hayranlık var illa ki. Şehrin ruhuysa insanı içine çekercesine... Ama seviyor muyum, daha doğrusu kendini sevdirecek mi - onu zaman gösterecek. Lakin bendeniz fazlasıyla umutluyum (:
Öncelikle hayırlı ve uğurlu olsun hem blogun hem de yeni yaşantın:)
YanıtlaSilBen eminim ki o şehir ne kadar ıslak, gri ve zaman zaman lanet olabilen insanlarla dolu olsa da sana kendini sevdirecek ve sen de seveceksin o şehri:)
Yazmaya devam, takipteyim, yakın zamanda görüşeceğiz:)
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilYazı için şarkı kesinlikle doğru seçim. Kalemin de çok güzelmiş... Şarkı ile birlikte yazı aldı sürükledi beni ve bilerek mi ayarladın bilmiyorum ama tam yazıyı okumam bittiğinde de Tiersen piyanosunda son tuşa bastı.
YanıtlaSil