12 Ekim 2010 Salı

Elma-2 // Londra Günlükleri: Sütlü Çay ve Reçelli Kek

Arka fon şarkısı:  Jason Mraz - I'm yours (konuyla alakalı olmamakla birlikte çok içimden geldi, bu olsun dedim)

Yazdıklarım bi nebze içine kapanık oluyor genelde -farkındayım. Çünkü canım sıkkınken yazasım gelir benim, böyle arka arkaya cümleler sıralanır kafamda ben bişey yapmasam da; belki de en çok canım sıkkınken kendi kendimle kalıp düşündüğüm içindir. Pek konuşmak istemem, konuşsam da karşımdaki benim gibi hissedemeyecektir ne de olsa, 'hıhı' diye bir iki düşünceli kafa sallamanın arkasından, benim kendime çoktan söylemiş olduğum (ve belli ki pek de işe yaramamış olan) birkaç sabit cümle gelecektir 'alternatif' yorum olarak. Ondan canım sıkkınken konuşmak istemem başkasıyla, kendimle konuşmak isterim, yani yazarım. Zaten bu bloglarımın hep çıkmaz sokağa çıkması da bu yüzden; canım sıkkınken yazıyorum bir iki yazı, rahatlıyorum - sonra senenin devamını genelde gayet mutlu mesut, hareketli, koptur koştur geçirdiğim için, bloglarım da iki yazıyla kalarak tarihe karışıyor -ve bana yazı yazdıran koşulları düşünürsek, aslında bu iyi bir şey (: Yalnız son trendlerden olan 'enerji' modası diyor ki, can sıkan anıları, hisleri kayda geçirmek 'negatif enerji'yi besliyormuş. Annem artık mutsuzken yazı yazmamı kesin olarak yasakladı bu enerji literatüründen ötürü. Hatta beşinci sınıftan beri tuttuğum günlüklerimden bir yazı okuma gafletinde bulundum ona buraya gelmeden önce, 'hehe anne bak canım neye sıkıldıysa artık, ne çocukmuşum' diye, o günden beri günlüklerimi ciddi olarak yakma niyetinde. Hakkaten aslında, dönüp dönüp kendimi günlüklerimde okumak zevkli; lakin ola ki biri onları okuyacak olsa, mutsuzluk, acı, melankoli üçgeninde eridiğimi filan zanneder -oysa alakası yoktur, sadece her canım sıkılınca yazmışımdır, o da birikmiştir, ama biraz fazla birikmiştir tabii. Bu nedenle günlüklerin 'özel' içeriğini geçtim, sırf bu yanlış anlamayı engellemek için onları beni tanıyan tanımayan herhangi bir kimsenin eline geçmeyecek gibi saklamam en hayırlısı, hatta belki de yakarım. Yaksam mı : ) Ama kıyamıyorum yahu. Neyse de bu başka bir mesele, konuyu çok dağıttım. Esasında bugün söylemek istediğim şuydu, bir tarz değişikliği yapıyorum ve bu yazıyı tamamen mutlu mesut bir günün sonunda, evrene teşekkürlerimi göndermek için (bu da yeni moda, tavsiye ederim çok eğlenceli -annemi hatırlatıyor bana her teşekkür, bu da pozitif enerji yaymak içinmiş) yazıyorum! Öyle aşırı ilginç, muhteşem, inanılmaz bir gün değildi kesinlikle. Hatta ilk salsa dersimi ektim (ama haftaya kaçmaz); ama çok huzurlu bir gündü. Nero'da sıcak sütlü çay eşliğinde, geleceğin veya yaşanmak üzere olanların beni en az o sıcak sütlü çay gibi mutlu edeceğini hissettiğim güzelcecik bir gün (:

Genel olarak Cuma ile başlayan süreç güzeldi aslında, çünkü en başta hava güzeldi (tee bugüne kadar hem de). Bu meğer bir hayli önemliymiş benim hayatımda. Hava güneşliyse ben de güneşli -ama bu Londra'da biraz sorun olabilir tabii farkındayım, ama alıştım yağmur çamur demeden güzel güzel giyinip, saçımı başımı yapıp okula gidiyorum (yanımda spora giyeceğimden başka eşofman getirmedim zaten, istesem de paçoz olabilecek ekipmana sahip değilim yani tüh tüh). Neyseciğime, Cuma günü Oğuz, Berk, Onur üçlüsünü gördüm. Gurbet ellerde tanıdık yüz görmek, 'toprağım' muhabbetlerine girmeyeceğim ama, yine de çok güzeldi be. Kendini baştan ifade etmene, nereli olduğunu, ne okuduğunu, nası bi insan olduğunu anlatmana gerek yok çünkü zaten biliyorlar (: Kendimi anlatarak geçirdiğim (ve daha da geçireceğim sanırım) bir haftadan sonra çok güzel geldi. Walkabout'a gittik, Oğuz'un çok da eğlenceli bi master grubu vardı. Dans ettik hep beraber, bi rahatladım, bi eğlendim filan (: Bu eğlence faslı, Cumartesi günümü biraz (!) baltaladı geç uyanınca haliyle, ama söz verdim kendime bir daha geç uyandım bıdı bıdı diye odada oturup Tudors izlemece yok -ki aslında benim için bu da keyifli. Kendi kendime odada bilimum dizi, film ve türevlerini izleyip, gayet de mutlu olabilen bir yapım var; ama bunu burada çok yapmak Londra'ya haksızlık ona karar verdim.

Pazar günü dee, kendime bi haftada yaptığım en komplike kahvaltıyı hazırladım. Kızarmış sarımsaklı ekmek dilimleri ve haşlanmış yumurta. (Normalde her sabah yulaf ezmesi yiyorum kuru meyveli olanından, üşengeçliğimden -ama seviyorum da). Sonrasında eşofmanlarımı giydim, Nisan'ı da aldım kendimizi St James ve Hyde Park yollarına vurduk. Her taraf ördek mördek yahu, çok güzeldi (: Zaten güneş gören İngiliz kendini parklara vurmuş, çoluk çocuk genç yaşlı bisikletli kaykaylı böyle şen şakrak bir toplulukla beraber yürüdük. Ama Hyde Park'ın 1/15'i için bile nefesimiz yetmedi, döndük. Dönerken sınıftakiler mesaj attı kahve için buluşalım diye. Kahve değil, sütlü çay içtim (: Seviyorum sütlü çayı, yanında verdikleri İngiliz keki, reçel ve kremadan oluşan ve tatlı diye ayıla bayıla yedikleri kombinasyonu da seviyorum. Oysa altı üstü reçeli kekin üzerine sürüyorlar o kadar. Ama bana Exeter, İngiltere tadı veriyor; seviyorum işte.

'Peki bugün ne oldu'ya gelince. Dediğim gibi çok büyük şeyler değil. İlk seminer sınıfıma girdim. Üçlü grubumuzun ikisi Amerikalı -ki bu pek hoşlaştığım bir gelişme olmasa da (söze girmek için nefes aralarını kollamam gerekiyor, ana dil avantajlarından ötürü) konularımı sevdim çok. Derslerimi sevdim, hem de bir hayli sevdim. Umarım tez yazma düşüncesini de bir an önce o kadar severim. Ama bunlardan ziyade asıl akşam başka bir tanıdık yüz gördüm ki bana çok iyi geldi (: Yasemin zaten sevdiğim bir insandı, ama olur ya bir insanı daha bi tanımak istersin ama zaman/mekan uygun değildir filan. Bana öyle olmuştu, daha ilk tanıştığımız zamanlarda (ki iki sene öncesine denk geliyor) 'Keşke daha yakından tanıyacak ortam olsa' dediğim bir insandı, Londra'ya kısmetmiş (: Hislerimde de yanılmamışım hani -5'te buluşup 9'a kadar oradan buradan muhabbet ettik, Salsa dersini astım ama çok da keyif aldım. Herkesle öyle sıkılmadan dört saat muhabbet edilmiyor, elenktrink meselesi var ya, onun tutması lazım -belli ki bende tuttu (:  Bi de şey dedi onu çok sevdim 'Londra'da sen neler yaşayacaksın acaba, çok heyecanlı!'. Herkesi Londra'da bir şeyler -güzel bir şeyler- bulmuş anladığım kadarıyla (: Ve ben de hissediyorum, hem de kocaman hissediyorum, böyle bi kıpır kıpırım, bi heyecanlı - çok güzel şeyler olacak!
(Aslında zaten hep öyle olmadı mı.. :) )

Hehe, esen kal Türkiye, bir dahaki yazıda görüşmek üzere!!

edit: ne çok 'sevmek' ile ilgili cümle kurmuşum son paragrafta. Bilinçdışı -ama güzel (:

4 Ekim 2010 Pazartesi

Elma-1 // Londra Günlükleri: Bir şehri sevmek

yazarın notu:  Sevgili okuyucu, yazıyı okumaya başlamadan önce Yann Tiersen'den- Comptine d'une autre été (L'après-midi)'i playlisine koy ve tekrar moduna al. Şayet şarkı sende mevcut değilse, en kısa zamanda yükle-geçici olarak fizy.com kullanılabilir. Sonra bana teşekkür edeceksin playlistine olan bu değerli katkımdan dolayı. Keyifli okumalar (:
-----------------
Sanırım evi özledim.. Sanırım değil harbiden özledim.


Perşembe sabahın ikisinde başlayan bir yolculuk. Ağlamamaya çalışan ben, inatla gülümsemeye çalışıp bana güç vermeye çalışan dünyalar bitanesi birer anne ve baba. Bir iki damla göz yaşı ile atlatıyorum onların sayesinde içimde kopan fırtınaları bastırmak suretiyle. Ertesi gün beni bekleyen sahne, sabah 10.45 civarı Londra’ya uykusuz ama tek parça varmanın mutluluğunu yaşamak ve akabinde 40 kiloya yaklaşan bir yük ile baş başa kalmak.  Bir ara ‘Yok taşıyamıyorum hakkaten buraya kadarmış, hadi bakalım’ dedim;  dedim demesine de, demekle olmuyor tabii.’ Alo baba gel beni al’ yok bu sefer. Sıkıyosa taşıma.  Uzun uzun merdivenler indirip çıkardım o eşek yükünü, en son üç basamakta bir İngiliz beyefendisi (!) yardım edecek oldu ki, sonrasında lafı da yapıştırdı ‘Woah, what do you have in there?’ Woah ya, ne sandın –senin üç basamak taşıyamadığını üç kat çıkardım ben erkek müsveddesi sen de! Türkiye’de olsa odama kadar bile bırakırlardı izin versem diye aklımdan geçmedi değil. Yani ona da gerek kalmazdı zaten, en kötü atlardım hava alanından Havaş'a, ondan da güzelim sarı taksime, hop yurdun ordayım. Buranın o meymenetsiz siyah taksisi gibi mi bizim sarılar, daha bi' candan, az biraz da ucuz tabii. Meymenetsiz dedimse de, pek güzeller buranın siyah taksileri yahu. Ayrı bir hava, ayrı bir asalet –öyle ki insan binmeden bi' beş kere falan düşünüyor. Bi kere bindimdi, bir kere daha binicem kesin –yapılacaklar listemde duruyor.  Ama asıl ulaşım araşım ‘mind the gap’ sloganına da hasta olduğum metro sistemi. Şiir gibi yer altı sistemi yapmış adamlar; ilk 2009’un soğuk bir Ocak gününde edinmiştim cep haritasını, o gün bu gün cüzdanımda (işe de yaradı hani hiç aklımda olmamasına rağmen  döndüm dolaştım yine Londra’dayım). Özlemle bakardım Türkiye’deyken. İnsanoğlu garip bir yaratık –ne yanında değilse onu istiyor işte. Al sana Londra, hadi bakalım.

Convent Garden’dayım arkadaşlarla.  Daha geleli dün bir bugün iki, internetim yok, bir havlum yok, tabağım bile yok ama bale gösterisine biletim var –tabii ki ne sandın yavrum, ‘Burası Londra!’ (Mavi jeans’in cins reklamına selam olsun.) Açız, biletleri alıp hemen bir şeyler yemek lazım.  Bir yandan da ‘it’s raining cats and dogs!’ (hmm ne diyor siz Türkler?!). Yağmur yağıyor işte bir yandan, bir yandan etrafa bakınıyorum restorantlar, publar, publardaki mutlu mesut insanlar, yağmura rağmen ille de pub’ın dışına taşma adetlerinden vazgeçmeyen, ıslanan ve mutlu insanlar.’ Ne güzel, yağmurdan kaçmayan tek deli ben olmicam buralarda anlaşılan’ diyorum. Derken tanıdık bir melodi.  Çok güzel bir melodi. Çok benden bir melodi. Hafif hafif Yann Tiersen çalıyor. Kızlar ‘aa işte geçen günkü adam, başka bir şey istesek olacakmış.’ diyorlar. Çok hoş, uzun sarı saçlı bir hippi, ama benim gözüm adamın elindeki eflatun cam kürede. Piano çalıyor arkada, cam küre genç adamın elinin üzerinden koluna, kolundan omzuna kayıyor usul usul, ne yaptığını bilircesine. Tam  elinin üzerinde derken, piano tuşları hızlanıyor, cam küre birden adamın parmaklarının ucuna yükseliveriyor, düşecekmiş gibi göz kırpıyor kendisini hayranlıkla izleyen bir sürü göze, ama hınzır kürenin hiç niyeti yok aslında düşmeye. Küre genç adama değil de, o aslında küreye eşlik ediyor. Kendimi o cam küreye benzetiyorum gibi, ya da hayat bir cam küre olmuş ben onunla oynuyormuşum gibi gibi. Ne olursa olsun, adam veya küre, birisi olmadığında bir mana ifade etmezdi gösteri, önemli olan da bu sanırım.

Onegin’den çıktık. Biraz yorgunluk var, biletlerin üzerindeki ‘standing’ yazısının ne manaya geldiğini birebir tecrübe ettiğmizden olsa gerek. Olsun, yorgunum ama mutluyum – malum, ilk bale gösterime gittim –ki bu da Londra’da yaşama fikrinin getirdiği gazla kendime verdiğim 86345 tane sözden ilkini tuttum demek oluyor, daha ne olsun. Yine yağmur yağıyor. Kendimizi bir pub’a atıyoruz, Nisan’ın gösteri çıkışı aldığı kitapçığı kurcalamak ve geceyi sonlandırmak üzere. Pencerenin yanındayım. Pencereden dışarı bakıyorum. Yerler ıslak, sokaklar kalabalık, insanlar şemsiyeleriyle mutlu, kendini o ıslaklıktan, kuru ve sıcağa atan pub insanları mutlu. Camdan dışarı bakarken, cam küre ve eşlikçisi hoş beyefendi aklıma geliyor, gülümsüyorum. Yağmur hiç bitmiyor –ama fark ediyorum da, yağmur bu şehre ne kadar yakışıyor. İçimde güzel bir gün geçirmiş olmanın verdiği huzur, ben de mutlu. Londra denen bu şehre ilk bu an içim ısınıveriyor.. Bir şehri sevdiren kaşı gözü değil arkadaşım işte. Beğenebilrisin orayı sokakları güzel diye, hayran da kalabilirsin içindeki tarihe veya düzene. Ama sevemezsin. Sevmen için insan gerekir. Bir şehri sevdiren içindeki insanlardır benim için –seni seven, seni özleyen, seni düşünen insanlar. ‘Alo baba, beni hava alanından alır mısın?’ dediğinde koşa koşa gelecek insanlar. Ya da bi bilgisayar ekranının düşük çözünürlüğünde görüp, seslerini duyduğunda içini bi fena yapıp, gözlerini dolduran insanlar. O zaman sen de özlersin işte. Beğenmesen de, hastası olmasan da özlersin o insanlara yuva olan şehri de. Ankara’ya bayılmıyorum;  ama seviyorum, çok seviyorum –çünkü içindekileri çok seviyorum, delicesine özlüyorum. İstanbul zaten malum; hem efsane şehir, hem de güzel insanlarla, özlediğim anılarla dolu. Londra’ya gelince... Ulaşılmazlığın verdiği hayranlık var illa ki. Şehrin ruhuysa insanı içine çekercesine... Ama seviyor muyum, daha doğrusu kendini sevdirecek mi - onu zaman gösterecek. Lakin bendeniz fazlasıyla umutluyum (: